Dişi üstündür

Ataol Bey, dergimizin Kadın Dostu bölümüne hoş geldiniz. Hayat yolculuğunuzla başlamak istiyorum zira hayli hareketli geçmiş çocukluktan itibaren. İstanbul Çatalca’da doğmuşsunuz, Kars’ta ilkokulu okumuşsunuz, ardından Çankırı, sonra üniversitede Ankara. Burada kalmamış tabi. Paris, Londra, Moskova…

Benim her zaman, kendimi algıladığım süreçlerden bahsediyorum çocukluk ötesindeki yıllardan tabi, dünyayı keşfetme, yabancı diller öğrenme duygusu vardı. Ankara’da hukuk fakültesinde iki yıl okuduktan sonra, Rus dili ve edebiyatı bölümünü seçtim. Üniversiteyi bitirdikten sonra Rus edebiyatından bazı kitaplar çevirdim. Küçücük paralarla işte yurtdışına çıktım, Londra’da Paris’te çeşitli işlerde çalıştım. Fransa’da bir süre öğretmenlik, gece bekçiliği, otel katipliği gibi işler yaptım, Londra’da bir süre garsonluk yaptım. Sonra Rusya’da Yazarlar Birliği’nden aldığım bursla 1.5 yıl kadar Moskova Üniversitesi’nde lisansüstü bir çalışma yapma şansım oldu. Yani yaptığım seyahatlerim, yaşamıma yönelik seçtiğim şeylerin hepsi bir serüven duygusu ama daha çok keşfetme ve öğrenme heyecanıyla ilgilidir. 

Ataol Behramoğlu ilk ne zaman anladı derdini şiirle anlatacağını? Ve derdi neydi?

En erken yaşlarda… Hatta diyebilirim ki 5’li, 6’lı, 7’li yaşlarda müzik ve şiir birlikte hayatıma girdi bir şekilde. Ve derdim de bana göre yine bu söylediğim şeylerdi. O yaşlarda nereden duyduysam duyduğum birtakım şarkılar, onların sözleri hep bir beklenti, bir özlem, bir nostalji duygusuyla doluydu. Ve sözler de o ezgileri destekliyordu. Derdim de buydu zannediyorum ve hep bunu anlatmaya çalışıyorum. Ama aynı zamanda yine en erken çocukluğumda bende var olan, bunu gayet iyi biliyorum, çok temel bir duygu; adaletsizliğe karşı isyandı. Bunu çok net olarak biliyorum en erken çocukluğumdan; onur duygusu ve adaletsizliğe isyan. Demek ki bu nostalji, özlem, belirsiz böyle bir ufuklara doğru yol alış, beklentiler, bir yaşama ve öğrenme heyecanı aynı zamanda da adaletsizliğe haksızlığa karşı onurun savunulması… Bunlar hep bende vardı. 

İlk şiirinizi Yeni Çankırı gazetesinde basılı gördüğünüzdeki duygularınız nelerdi? 

İlk şiirler, kimileri yayınlanmamıştır onların, hani lise yıllarında, taşra kentinde, duygusal şeylerdi onlar. Ama asıl ilk şiirim Melankoli adlı şiirimdir. Kendimi bana gerçekten şair olarak duygusatan şiirdir o. Melankoli, toplu şiirlerimde ilk şiir olarak yer alır, bir 17 yaş şiiri olsa gerek, 1959. 

Bütün şiirlerinizin tamamına baktığınızda tek bir duyguda birleştirseniz, bu hangi duygu olurdu? 

Bir özlem, bir arayış, bir yaşama susuzluğu ve heyecanı… Ve aynı zamanda da adaletsizliğe karşı, haksızlığa karşı onurun savunulması. Esas olarak böyle özetlenebilir. 

Birçok yazın türünde çalışmalarınız var: Çeviri, şiir, deneme, hikâye, mektup, inceleme yazısı… Bütün yazın türlerine baktığınızda, toplumsal eşitlik için en iyi yazın türü hangisi sizce?

Ben şairim, esas olarak şiirle dile getirmeye gayret ediyorum düşüncelerimi. Ama tabi köşe yazarı olarak makalelerimle bu konulara değindim. İki tane oyunum var, bir tanesi Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi: Lozan. Yeni versiyonu da Lozan’ın yüzüncü yılında umarım ki sahnelenecektir. İkincisi de Ali Suavi. Yakın tarihimizden önemli bir olay. Yakın derken 19’uncu yüzyıl tarihinden. İkisinde de bana göre antiemperyalizm ve adaletsizliğe karşı mücadele duyguları, düşünceleri ağır basar.  

1960’lı yıllarda ortaya çıkan siyasal atmosferin de etkisiyle ‘toplumcu’ bir duyarlılığınız var. O dönemin kadın-erkek ilişkileri nasıldı? Günümüzdeki durumla karşılaştırabilir misiniz?

Haksızlığa karşı toplumcu dünya görüşü daha öncelerde de, çocukluğumdan beri var. Ama 1960’lı yıllarda, söylediğin gibi, o yılların atmosferinde daha belirginleşti ve kuramsal bir altyapı kazandı, bilinç kazandı. Kadın erkek ilişkisine gelince… İlk o dönemde yazılan şiirlerin, örneğin Bir Gün Mutlaka’nın kadın kahramanı benim sonradan da ilk eşim olacak olan sevgilimdir o dönemde. Ve şöyle söyleyeyim, biz omuz omuzaydık kadın ve erkek. Tabi 1940’lı yıllarda da biliyoruz toplumcu ağabeylerimizden ablalarımızdan, böyle bir kadın erkek beraberliği vardı mücadelede. 1960’lı yıllarda bu bence çok önem kazandı ve çok yaygınlaştı. Kadın devrimciler çoğaldılar, omuz omuza idik. O tabi yine ülkenin gelişimiyle, demokrasinin gelişimiyle, bilinçlerin daha derinlik kazanmasıyla alakalı bir süreçtir. Devam etti tabi bugünlere kadar. Ne kadar geriye doğru zorlansa da bu, yani kadını tekrar kafes arkasına kapatma yönünde ne kadar çaba yapılırsa yapılsın boşunadır bu çabalar, boşunadır. Bunu ben kitap imzalama günlerimden de biliyorum, kimi üniversitelerde başörtülü kızlar kuyruğa giriyorlar ve şiir kitaplarımı adeta kapışıyorlar ve onlarla çok güzel söyleşilerim var. Engel olamazlar kadının özgürlüğüne uyanışına; erkeğin yanında onunla eşit hatta bazen daha önde olmasına engel olamaz hiç kimse. 

Edebiyat dünyası, erkek egemen bir yer mi? Eğer öyleyse değişime nereden başlamalı?

Artık değil, artık değil… Bugün öreğin şöyle bakalım, üretim açısından bakalım. Hanım şairler, kadın şairler, nasıl ifade edersek edelim, erkeklerle sayı olarak da eşittir, anlatı alanında hatta daha da fazladırlar. Türkiye’de artık böyle bir erkek egemen diye bir şey bana göre söz konusu değil. Bazı esintiler, bazı eski alışkanlıklar devam ediyor olabilir ama hani ‘yazın dünyası Türkiye’de erkek egemen’ bana göre denmez.  

Etkilendiğiniz kadın şair ya da şairler var mı?

En başta İranlı Füruğ Ferruhzad… Şiirlerine bayıldım okuduğum zaman. En çok sevdiğim şairlerden biridir. Amerikalı Emily Dickinson tabi sevdiğim ilginç bir şairdir. Aklıma ilk gelen iki kadın şair onlardır. Bizden Gülten Akın’ı tabii ki çok severim, çok değerli bir şairimizdir. Kuşaktaşım Sennur Sezer’i severim. Yeni arkadaşlardan sevdiğim şairler var. Aklıma ilk gelen, örneğin Gonca Özmen’in şiirlerinden etkilenmiştim. Başka arkadaşlar da var, değerli şairler de var. Ama ille de çok etkilendiğin, çok sevdiğin şair dersen Füruğ Ferruhzad başta gelir. 

Aydınlar toplumsal cinsiyet eşitliği için neler yapabilir, onlara düşen görev nedir ve sizce bu ne kadar yapılıyor? 

Kadınların erkeklerle daha eşit olabilmeleri yönünde hâlâ her şeye rağmen eksikler var. Onların giderilmesi yönünde çaba harcamak gerekir. Bunun tabi çeşitli yolları olabilir. Bir yerde 5 kişi varsa 3 tanesi kadın olsun derim yani bir yönetici olarak. Kadınların önünü açmak lazım. Benim için bir makalemin de adıdır, dişi üstündür. Doğada da toplumsal yaşamda da bana göre dişi olgusunun imkânları ve yaratıcılığı erkekten üstündür. Samimi düşüncem budur kesinlikle. 

Ukrayna işgalinden sonra siz Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e bir mektup yazdınız, bunu da sosyal medya üzerinden yayınladınız. Amacınız neydi?

Amacım bir kere öncelikle Rus edebiyatını ve kültürünü, Rus hayatını ve o ülkenin insanlarını yakından tanıyan ki benim ikinci eşim, kızımın annesi Türkiyeli bir Rus’tur. Bir çeşit uyarıydı mektubum. Ama o uyarıda altını çizdiğim şey şuydu, yani basitçe savaşa karşı olmak ya da Ukrayna savaşında kim haklı kim haksız meselesinden öte, Rusya barıştan yana olmalıdır her zaman ve en son başvurulacak bir yoldur savaş, diye düşünürüm. Çünkü savaşlardan çok acı çekmiş bir toplum. İkinci Dünya Savaşı başlı başına zaten bir örnektir. Ben Putin’e bir bakıma, bir karşılaşmamızdan da yola çıkarak, onun nasıl bir kültürün ve toplumun mirasçısı olduğunu hatırlatmak istedim. Ama gerisi onlara kalmış bir iştir, ben bu hatırlatmayı yapmak istedim. 

Bir geri dönüş oldu mu?

Mektubun ulaştığını biliyorum. Ama geri dönüş zaten beklemezdim ve beklemiyorum. Umarım ki düşünülmüştür. 

Çok teşekkür ediyoruz hocam bize zaman ayırdığınız için. 

Rica ediyorum. 

Manşet

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

spot_img

SON HABERLER